AŞAĞIYA İNERKEN

Yavuz Alogan

“Manifesto” lafını duyunca dikkat kesildim, Reis’in tek bir sözünü bile kaçırmamak için televizyonun önünde mevzilendim. Yeni bir hareketin, müthiş bir atılımın bildirgesi gibi bir şey bekliyordum.

         Acaba yıllar önce çıkardığı millî görüş gömleğini yeniden mi giyecek? Yoksa hilafet mi ilan edecek?  Promptır’ı kapatarak o müthiş hitabet gücüyle kitleleri nasıl dalgalandırıp coşturacak? Tevhid bayrakları, mehter marşları falan… Gerçek bir “manifestum” bekledim. Fakat, hayır!

         Bence bir “Manifesto” vardı fakat son anda vazgeçildi. Ekonominin sarsıldığı, dış politikanın batağa saplanıp kaldığı bir sırada ters etki yaratacağı düşünüldü. Manifesto daha sonra çıkarılmak üzere çekmeceye konuldu. Sayın Reis’in yaptığı konuşma, kendisine yakışmayacak kadar sıradandı. Akışı olmayan, cümleleri birbirini çağırmayan, artikülasyonu bozuk (eklemlenmemiş), aceleyle kopyalanıp yapıştırılmış paragraflardan oluşan bir metin… Kendileri de sanki biraz yılgın ve aşırı yorgun gibiydiler.  AKP’nin başarılarını rakamlarla anlattıkları bölüm insanı güldürecek kadar tuhaftı, konuşmanın bütünü ülkenin gerçek gündeminden çok uzaktı.

         Gençler ve Kovid-19 dışında salonda sahici bir coşku da yoktu. Her ne kadar Sayın Reis salonun dışındaki kalabalığa hitap ederken “Yağan kar mikropları öldürecek” sözleriyle umut verdiyse de, Kovid-19’un coşkusu çıplak gözle görülebiliyordu.  Ankara’nın hapı yuttuğunu düşündüm.  Yurdun her köşesinden gelen mutantlar  kongre salonunda harmanlanarak  fırtınalı bir coşkuyla  kaynaşıp güçlendiler, oradan yurdun dört bir yanına  mutant mutant dağılmak suretiyle…

         Neyse, uzatmayalım…

         Bence konuşmada iki nokta önemliydi.

Birincisi şu sözler: “Milletimiz kırgınlığında, öfkesinde haklı mıdır? Elbette haklıdır. Hatadan münezzeh olan sadece ve sadece Rabbimizdir.” Burada, tebaasıyla dertleşen kederli filozof-kralı görüyoruz. Fakat Sayın Cumhurbaşkanı hatanın bedelini kimin ödemekte olduğunu, hesabın hangi yüce divana verileceğini doğal olarak belirtmediler.

İkincisi, yeni anayasayla ilgili şu tuhaf sözler: “Buradan, siyasî partiler başta olmak üzere, yeni anayasa konusunda sorumluluk üstlenecek herkese çağrıda bulunuyorum. Gelin, ideolojik, zümrevî ve kişisel tüm bagajlarımızı, duvarlarımızı, şerhlerimizi bir kenara bırakarak, Türkiye’yi en az bir asır boyunca taşıyacak lafza ve ruha sahip yeni bir anayasaya kavuşturalım.” Yani diyor ki gelin bana teslim olun, size bir anayasa yapayım, bir asır boyunca Allah müstahakınızı versin! 

Bu sözlerden Sayın Reis’in kendisini hâlâ Kurucu İrade gibi görmeye devam ettiğini, siyasî partileri ve siyasî toplumu kendi ideolojisine uygun biçimde şekillendirerek nihai hedefine yönelmek istediğini anlıyoruz.  Fakat aynı zamanda gerçekçi. “Millet mahreçli yeni bir anayasa hazırlamak kolay değildir” diyor ki çok doğru. Sayın Saray milleti türdeş bir ümmet hâline getirmeden istediği anayasaya bir mahreç (kaynak, çıkış noktası) bulamayacağını biliyor.

Fakat uygulamaya baktığımızda, nihai hedefe doğru bu zorlukları aşma gayreti görüyoruz.  Sayın Reis bizzat örgütlediği bürokrasiyi kullanarak ve bizzat çıkardığı yasaları temel alarak Türkiye’yi dönüşü olmayan bir yola sokmak istiyor.

Bunu kararnamelerle yapacak. Nitekim Meclis Başkanı Sayın Şentop açıkça dile getirdi: “Cumhurbaşkanı, İstanbul Sözleşmesi’nden kararname ile çekildiği gibi, Montrö’den de diğer uluslararası anlaşmalardan da çekilebilir.”   Hadi ya!

İstanbul Sözleşmesi demişken, bazı arkadaşlar bu sözleşmenin hepimizi eşcinsel yapmayı amaçladığını, yanı sıra egemenliğimizin düveli muazzama’ya devri anlamına geldiğini öne sürdüler.

Burada soluklanıp, ünlü Nazi hukukçusu Carl Schmitt’in “Egemen, olağanüstü hâle karar verendir” sözünü hatırlayalım. Olağanüstü hâle kim karar veriyor, kararnameleri kim yazıyor? Şu anda Türkiye’de egemenlik kime ait? Millete mi, yoksa Saray’a mı? Peki Saray kimin egemenliği altında? Sıcak paranın mı, Rotschild-Katar bankerlerinin mi, yoksa bizzat yarattığı rantçı burjuvazinin mi? Bir şey söylerken başka şeyleri unutmamak gerekir.  

Türkiye 16 BM Sözleşmesi’nin imzacısı. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni 1954’te kanunla onaylamış, 1987’de bireysel başvuru hakkını tanımış; 155 Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ne, 14 Lahey Özel Hukuk Konferansı Sözleşmesi’ne, 11 UNESCO Sözleşmesi’ne, 55 Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmesi’ne taraf olmuş. 

Bu sözleşmeler egemenliğimizi bozmadı da İstanbul Sözleşmesi mi bozdu? Buradaki hassasiyet nereden kaynaklanıyor? Namusumuza mı el uzattılar? AKP’nin yarattığı ideolojik iklim bizi ne kadar etkiliyor?

Medenî Kanun’un yerine Mecelle’yi geçirmek, Hilafet’i geri getirmek isteyen gericilerin seslerini yükselttikleri bu ülkede İstanbul Sözleşmesi kadına şiddet ve aile içi şiddet konusuna uluslararası bir standart, bir ölçek getirmiş, gerici zihniyetin aile ve kadın konusunda yarattığı ortamı kısmen de olsa bozmuştur. Gericiler bu yüzden Sözleşme’ye saldırdılar. “Ama yine kadınları öldürüyorlar, ne fark edecek” diyen gevşeklere kulak veremeyiz. Kimden bekliyoruz aile içi şiddetin önlenmesini?  Kadın cinayetlerini, yaygın sodomi ve çocuk tecavüzlerini tarikatlar ve cemaatlerle iç içe geçmiş siyasî iktidar mı önleyecek?

 Sayın Saray tarikat ve cemaatlerin talebi üzerine, kanunsuz olarak İstanbul Sözleşmesi’ni gece yarısı kararnamesiyle kaldırmıştır. Bu hamlenin bizatihi Sözleşme’nin kendisinden, içeriğinden tamamen bağımsız olarak yaratacağı çok ağır sonuçları kısa zamanda göreceksiniz! Bir siper çökmüş, bir istihkâm duvarı yıkılmıştır.   AKP yalakası partinin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını “devrim” diye selamlayan (üstelik kadın) unsurları şunu iyi bilsinler ki bu sözleşme artık bütün Cumhuriyetçilerin kırmızı çizgisidir! Mustafa Kemal olsaydı, “Şaşarım akl-ı perişanınıza” derdi.  Sokakta mücadele eden kadın kardeşlerimizin yanındayız! Ayrıca “gender” (toplumsal cinsiyet) gibi alengirli kavramları iyi çalışmak gerekir. İleride lazım olacak.   

Neyse, uzatmayalım, esasa gelelim…

İktidara çıkan yokuş zorluklarla doludur. Bizim gibi ülkelerde iktidarın zirvesine ulaşmak dış güçlerin ve ülke burjuvazisinin kırılgan/değişken desteğini; parti siyasetlerinde güçlü, esnek ve temkinli olmayı gerektirir.  Her adımda durup tehlikeyi bertaraf ederek, önce güvenliği sağlayarak tırmanabilirsiniz.

Fakat aşağıya doğru iniş öyle değildir.  Çok tehlikelidir. Kayış koptuğu anda tekerlenir ve halkla birlikte kendinizi de felakete sürüklersiniz.  Sayın Saray yumuşak bir inişle yerini başkalarına bırakmayı, yirmi yıllık icraatının hesabını bağımsız bir yargı önünde vermeyi kabul edecek midir? Bugünün sorusu budur.  Başka soru yoktur. Sonrasını, AKP sonrasında düşünürüz.

AKP yokuşu tırmanırken çok başarılıydı.  Tepkiyle karşılaşacağını anladığı anda, daha ileri bir adım atmak üzere geri çekilip fırsat kollamayı, biraz bekledikten sonra öncekinden daha ileri bir adım atarak sabır göstermenin maliyetini her defasında telafi etmeyi başardı. Kanuna kitaba uydurmadan Devrimi Kanunları’nı bütün temel dayanaklarıyla birlikte fiilen (eylemli olarak) ortadan kaldırdı; rejimi değiştirdi; laiklik karşıtı bütün faaliyetlerin odağı oldu.  

Fakat bunların yerine yenisini koyamadı. Doğal tabanını, ki bence hâlâ yüzde 7-8 civarındadır, tatmin etmenin mümkün olmadığını, bir din devleti kurarak hükmedemeyeceğini, tebaa olarak gördüğü halkın AKP’li ortalama politikacıdan daha ileride durduğunu, esoterik söylemi ve alt kültürüyle ancak nüfusun en geri unsurlarına hitap edebildiğini, bunun da tam bir hegemonya için yeterli olmadığını anladı.

Şimdi zirvede durmuş, yarattığı enkaza bakıyor ve daha ileri bir atılım için dış destek arıyor. İktidar süresini uzatmak için dış politikada vermeyeceği taviz, içeride satmayacağı maddî varlık yok.  Kongre’de Sayın Saray’ın yastık altındaki dolarları ve altınları istemesi durumun ne kadar çaresiz ve acıklı olduğunu gösteriyor.  Veryansın, 26. 03. 2021