IŞIK NEREDEN GELİYOR?

Yavuz Alogan

         Gelen mektuplardan ve sosyal medya yazılarından anlıyorum ki üç tip okur var. Birincisi yazıyı baştan sona okuyor, üzerinde düşünüyor ve sorularla karşılık veriyor.

İkincisi, “Bakalım bu herif yine ne yumurtlamış” diye göz gezdiriyor; “Ah canım, hani nerede senin örgütün, bir devrim yapsan da görsek…” gibi laflar yazıyor. 

Bir de troller var. Bunlar paralı değil, görevli troller. Bizim kesim henüz paralı trol evresine ulaşamadı. “Trol,” malûm, teknenin çektiği huni şeklinde dip tarayan balık ağı, komik cüce, sanal alemde ise “yemleyen,” kışkırtan anlamına geliyor.  Bunlar size saldırırken ya da dalga geçerken mutlaka teşkilatlarının söylemini kullanıp reklamını yaparak kendilerini ele veriyorlar. Bu yazının altında bunlardan bir ya da iki tane bulacağınıza dair bahse girerim.

         Birincisiyle yazışıyor; ikincine, zekice bir laf etmişse, özelden karşılık veriyor; üçüncüsünün yazdıklarından, kişinin mensup olduğu hareketin o sıradaki ruh hâlini anlamaya çalışıyorum.  Faydalı oluyor.

         Genel izlenim: herkes, bilinçli ya da sezgisel olarak her şeyin farkında. Tek bir olay ya da işaret, oluşum hâlindeki bütün safları tahkimata dönüştürebilir.  

Birisi, “Rejim değiştiğinde bizi ne bekliyor?” diye sormuş mesela. Herkeste güvensizlik ve gelecek kaygısı var.  Mevcut durumun sürdürülebilir olmadığına dair derinlere yerleşmiş bir sezgi insanları tedirgin ediyor. Etkisiz eleman olarak sonuna kadar seyirci kalma olasılığının verdiği iç sıkıntısını yaşıyorlar.

         Bir yerde yazanlar ya da konuşanlar hiç olmazsa içlerini döküp ferahlıyorlar. “Hocam, meseleyi çok iyi koymuşsun!” ya da “Ağbi, çok fena geçirmişsin ya…” tarzında muhabbet de cabası. Bir de gündelik hayatın içinde hiç renk vermeden dolaşmak zorunda olan, konuşacak insan bulamayan kişilerin durumunu düşünün.  

         Birinci tip bir okur, yazdığı mektupta şöyle diyor: “Ama iktidar ve muhalefet üzümün birbirine bakıp karardığı gibi… Kurtarıcı mı bekleyelim? Ülkemizde üniversite, akademik unvanlı prof. payeli kişiler ile düşünce kuruluşlarının topluma ışık olduğunu göremiyoruz. Kanunları uygulamayan, iktidara göre karar veren adalet karşısında ne yapmalıyız?”

         Mesela bu mektupta çok yanlış bir beklenti var: bir yerden ışık gelecek ve gideceğimiz yolu aydınlatacak. Böyle bir şey olmayacak.

Rembrandt’ın (1606-1669) bu yazının manşetindeki “Emmaus’ta Akşam Yemeği” adlı tablosuna bakınız.  Tablo dikey bir bölünmeyle solda karanlığı, sağda aydınlanmayı anlatıyor; sağ tarafta efendisini ansızın bir siluet olarak karşısında gören havarinin yüzündeki şaşkınlığa odaklanmanızı sağlıyor. Işık var fakat kaynağı belli değil, görülmüyor.

Tarihsel olay da böyledir. Işığın kaynağını gündelik hayatınızın içinde göremezsiniz.  İnsan, içinde yaşadığı ya da tanık olduğu tarihsel olayın ne anlama geldiğini olayla eşzamanlı olarak anlayamaz. Ancak çok sonra, olayın etkileri, sonuçları ortaya çıktıkça neler olduğunu anlayabilir.

19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktığı sırada Mustafa Kemal’in “toplumu aydınlatan bir ışık” olduğunu iddia eden birine kaçık gözüyle bakarlardı. Az sayıda okur yazar, gazetenin bir köşesinde şuna benzer bir haber okumuştur: “Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettiş-i Umumisi Mirliva Mustafa Kemal  şekavetin men’i maksadıyla Samsun havalisine   intikal etmiştir…” Bu haberde kim ne ışığı görecek?

Işığı ancak Mustafa Kemal, İzmir’in Konak meydanındaki valilik binasının balkonuna çıktığı zaman gördüler. Yine de ışığın tamamını görmeleri için Saltanat’ın kaldırılmasından (1922), laiklik ilkesinin anayasaya girişine kadar (1937) uzun bir süreci yaşamaları ve her adımda yeni şeyler öğrenmeleri gerekti.  Mustafa Kemal’e göre, “iki temel taşı laisizm ve tevhid-i tedrisat” olan Devrim Kanunları’na 2000’lere kadar kimse dokunamadı. Şimdi bile dokunamıyorlar, nasıl yapsak da çevresinden dolansak diye hesap yapıyorlar, çünkü korkuyorlar. Kanunları fiiliyatta kaldırdılar, uygulamıyorlar, dikkate almıyorlar. Hukuktan da çıkarmak için kıvranıyorlar ama olmuyor. Devrim Kanunları, Anıtkabir gibi orada duruyor. Hadi kaldırın bakalım…

Neyse, uzatmayalım…  Sonuç olarak siyasetçi, profesör ya da düşünce kuruluşundan ışık kaynağı beklemeyecek, mevcut ortamın ışığını kullanacaksınız. Ortamdaki doğal ışık isyan etmek, itiraz etmek ve örgütlenmek için yeterlidir.  

Türkiye’nin temel sorunu, Saray’ın seçmen tabanına talip olan toplam muhalefetin Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini kuvvetle savunmaktan vazgeçmiş olmasıdır.  Gerçek şudur ki siyasî toplum, bütün partileri ve şahsiyetleriyle birlikte, Saray’ın inisiyatif alanının dışına ne söylemde ne de eylemde çıkabilmekte, toplam gericiliğin peşinden sürüklenmektedir.

Siyasî partilerin oynaşmakta oldukları alanın dışına çıkarak, dış politika, terörle mücadele, ekonomi, sağlık, eğitim gibi temel konularda siyasî partilerin dışında alternatif programlar oluşturmak ve bunları imzalı bildirgelerle, dilekçelerle, hatta Cumhuriyet mitingleriyle topluma ve bütün dünyaya ilan etmek gerekir.

Aynı görüşleri savunan insanların tekil makalelerle, konuşmalarla sürecin gidişatını etkileme şansları yoktur. Topluca hareket etmek gerekir. Ortamın ışığı derken kastettiğimiz budur.

Önümüzdeki bir iki yıl içinde dünyada, bölgemizde ve ülkemizde çatışma alanlarının genişlediğini göreceğiz. Bu yüzden kısmî başarıların avuntusuna kapılmadan hızlı hareket etmek gerekir. İnisiyatife sahip olmadığınız alanlarda mücadeleyi uzun vadeye yayamazsınız.   Şu son yirmi yıl içinde nasıl eğerleyeceğinizi, nasıl tımar edeceğinizi düşünüp tartıştığınız atı alan her defasında Üsküdar’a geçmedi mi? Işık arayarak, ışık bekleyerek zamanın akışına bırakırsanız, sizi şimdilik aydınlatan ortam ışığını da kaybedersiniz, karanlığa gömülürsünüz. Veryansın, 21.02.2021