“KONTROLSÜZ FIRTINA”

Yavuz Alogan

         Fırtına, bilindiği gibi, bir tabiat olayıdır. Havanın yüksek basınç alanından alçak basınç alanına doğru hızla hareket ederken bulutları da beraberinde sürüklemesiyle meydana gelir.  Fırtına durdurulamaz ve kontrol edilemez. İnsanlar fırtınanın geldiğini görürler, çeşitli önlemler alarak onun yıkıcı etkisini azaltmaya çalışırlar.

         Toplumların hayatında da fırtınalar olur. Toplumsal fırtına, geleceğin bugünden daha zor olacağını fark eden, aldatıldığını anlayan insanların toplumdaki muazzam gelir eşitsizliğine uyanmalarıyla başlar. Halkın önemli bir kesimi Devlet’e yabancılaşmışsa, yöneticilerin sözlerine artık inanmıyorsa, fırtına vaktidir.     

Örgütlü toplumlarda baskı grupları yaklaşan fırtınayı haber verir. Devlet, sahici sendikaların, meslek gruplarının, muhalif siyasî partilerin ve para bağımlısı olmayan bağımsız medyanın verdiği fırtına sinyallerini değerlendirerek önlem alır.

         Bir de “kusursuz fırtına” vardır. İnsanların birbirine düşman devlet-altı gruplarda toplandıkları, cehaletin yaygı olduğu, örgütsüz, sürüleştirilmiş, kimliklere bölünmüş toplumlarda görülür. Kriz ağırlaştıkça insanlar giderek zayıflayan siyasî iktidarın ideolojik hegemonyasına itaate zorlanırlar ve kusursuz fırtına bulutları ufukta toplanmaya başlar. Devlet’in artan baskısı kitlelerin öfkesiyle buluştuğunda fırtına kusursuz olur.

Siyasî toplumu şekillendirmeye çalışan aktörlerin incir çekirdeğini doldurmayan meselelerde itişip kakışarak halk kitlelerinden kopması, ikincil konumdaki bütün siyasî aktörlerin bir tür sansasyon (heyecan) arayışına girmesi, temsil gücünü kaybeden parlamentonun yasama yetkilerini kullanmakta zorlanması, yargıyı ele geçiren yürütme gücünün hukuk sistemini bozması, eski rejimin yıkılmış fakat yenisinin kurulamamış olması, “kusursuz fırtına”nın habercileridir.

 Kusursuz fırtına kaotiktir. Kimse önünü göremez ve istediği neticeyi alamaz.  Bir bakıma bu, Devlet’in olmadığı, Thomas Hobbes’un “bellum omnium contra omnes” (herkesin herkesle savaşı) dediği durumdur. Kılıcın hakkını veren sonunda duruma hâkim olur, eskisinden çok daha baskıcı yeni bir rejim kurulur.

Sayın Reis’in İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi’nin açılış töreninde “Ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk” sözleri, Saray’ın arzuladığı rejimi kurmak için kusursuz bir fırtınayı göze aldığını göstermektedir.  “Fikrî bir buhranın içinde bulunuyoruz,” diyor. Tragedyanın son perdesinde halkıyla dertleşen filozof-kral rolü biraz komik kaçıyor.

Fikrî bir buhranın içinde olmamız aslında Saray’ın bizzat yarattığı ekonomik, siyasî ve kültürel kaostan nasıl çıkabileceğimize dair herhangi bir fikre sahip olmadığını göstermektedir. Saray’ın özenle inşa ettiği medya bile AKP’nin 2023, 2053 hedeflerini toplumun tamamına benimsetememişse, gerçekten bir fikrî buhran var demektir.  AKP’nin geniş tabanını yönlendiren, İhvan-ı Müslümin’den IŞİD’e kadar geniş bir yelpazeye dağılan ideolojik etkiler siyasî bir hedefte birleştirilerek laik cumhuriyet ideolojisini bertaraf edemediği içindir ki Sayın Reis “Fikrî iktidarımızı hâlâ tesis edemediğimiz kanaatindeyim,” diyebiliyor. Fikrî iktidarlarını hiçbir zaman tesis edemeyecekleri fakat bunu deneyecekleri anlaşılıyor.

Anayasa’da, seçim kazanarak iktidara gelen parti, hayalindeki rejimi gerçekleştirmekte ve halkın tamamı üzerinde fikrî iktidarını tesis etmekte serbesttir, diyen bir madde mi var? Burada bir kasıt, bir niyet beyanı ve bu beyana bağlı bir meşruiyet sorunu yok mu? “Hasan almaz, basan alır” cumhuriyeti mi burası? İktidar partisi, “ülkenin kaderi benim kaderimle birleşmiştir” diyorsa, bu ne anlama gelir? Benzetmek gibi olmasın ama, Adolf Hitler de “Kaderin gösterdiği yolda yürüyorum,” demişti.

Ayasofya’nın açılışıyla başlayan Büyük Kalkışma’yı kusursuz bir fırtınaya dönüştürürseniz ortaya çıkacak kaosla kimse başa çıkamaz ve bugünkü dünya koşulları dikkate alındığında, ülke olarak hem bağımsızlığımızı hem de toprak bütünlüğümüzü kaybederiz.

Saray, fikrî iktidarını tesis edemediğine göre toplumun kulak vereceği yeni bir fikre ihtiyaç var.  Burada elbette birikim ve tecrübeden süzülüp gelen, eleştirel, yol gösterici fikirden söz ediyoruz. Sen-ben-bizim oğlandan müteşekkil grupların tavır koyup duruş göstermeleri zaten yaygın bir durum; zararı olmadığı gibi, faydası da yok. Daha ciddî ve etkili bir şey gerekiyor.

Yıkılan ya da doğrudan iktidara bağlanan Cumhuriyet kurumlarını deneyimlemiş insanların düşünce üretmeleri gerekir. Prof. Dr. Bilsay Kuruç önderliğinde akademisyenlerden oluşan “21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu” bunu yapıyor mesela.  Aynı şeyi Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan askerlerin ve “Monşer” kategorisine giren geleneksel diplomatların da yapması gerekir.  Bunların deklarasyonlar yayımlayarak AKP’nin yıktığı ya da tahrip ettiği kurumları savunmaları, verilen zararın telafisi için yol göstermeleri, alternatif politikalar (politikalar!) önermeleri gerekir.

AKP’nin FETÖcü yargıçları tarafından “terörist” diye hapse atılan askerler, genel kurmay başkanından astsubayına kadar sürekli bir kitap ve makale yazma faaliyeti içindeler. Yeterince aydınlandık, hatta ışımaya başladık…  Aynı şey “Monşer” diye aşağılanan diplomatlar için de geçerli: sürekli yazıyorlar ve konuşuyorlar. Bütün yazılanların ve söylenenlerin özüne baktığımızda, aynı tema görülüyor: “Cumhuriyet ilkelerine bağlıyız, büyük hatalar yapıldı, gidişat kötü ve tehlikeli.”  Ne var ki bir araya gelip ortak bir deklarasyonla topluma yol göstermekten kaçınıyorlar.

Sahici sendikaları deneyimlemiş, bizzat yaşamış insanların, özerk üniversite görmüş öğretim üyelerinin, laik ve bilimsel eğitim vermiş öğretmenlerin de bir araya gelerek deklarasyonda bulunmaları; sahici  sendikal örgütlenmeyle ilgili yasa önerileri hazırlamaları; üniversite özerkliği ve bilimsel laik eğitim için topluca bildirge yazmaları, devlet kurumlarını sürekli dilekçelerle bombardımana tutmaları gerekir.

Parlamentodaki partilerin tabanından marjinal parti ve hareketlere kadar arayış içinde olan bütün siyasî toplum, deklarasyonlar, bildirgeler ve dilekçeler hareketine kesinlikle kulak verecektir. Anayasa’nın 26. Maddesinde  herkesin tek başına ya da topluca düşünce ve kanaatlerini  açıklama hakkına sahip olduğu yazılı. Her ne kadar bir sonraki paragrafta kuşa çevrilmiş olsa da bu maddeyle verilen haklar yurttaşlar tarafından kullanılmayı bekliyor.

Peki fikir birliği nasıl sağlanacak? Elbette sağlanamayacak. Her hareket kendi içinde elenerek ilerler. Tarihin hiçbir olayında herhangi bir grup her konuda fikir birliği sağlayamamıştır.  Mevcut rejimin niteliği, getirebileceği sonuçlar ve olasılıklar üzerinde odaklanmak gerekir. Merkezî olduğu için Saray rejiminin vatan savunmasında büyük imkânlar sağladığını, sahici bir parlamentarizmin ise Türkiye’yi  Atlantik sistemine mahkûm edeceğini düşünenler, üçüncü bir yolun mümkün olduğunu reddettikleri için dışlanacaklardır. Benmerkezcilik, benbilirim/herkese öğretirimcilik, böbürlenme ve hiçbir esbâb-ı mucibesi (gerekçesi, sebebi) olmadan kendini lider ilan etme hastalığı, görüldüğü her yerde sağduyu tarafından ezilmelidir.

Kendi içinde sürekli dalaşan, bölünen, debelenen, iç ve dış entrikalarla uğraşan; merkez yönetimleri AKP iyice yıpransın da seçimlerde iktidar olgunlaşmış bir armut gibi iyice pişip ağzımıza düşsün diye bekleşen fakat AKP beklemeyip bunlara daldıkça, içlerini karıştırıp liderlerini aşağıladıkça paniğe kapılıp ne yapacağını şaşıran siyasî partilerden umut yoktur.  Parti yönetimleri, AKP’nin hegemonyasına razı olmasalar da, muhtemel sonuçlarını kavrayamadıkları yeni rejimle bütünleşen, onu meşru kabul eden dışa bağımlı unsurlardan oluşmaktadır.

Ayrıca niye kimse demokratik hakkını kullanarak pahalılığı ve işsizliği protesto mitingi yapmıyor? Saray üzülmesin diye mi? Ya da  Covit-19 bulaşır diye mi? Yoksa polis bir araya gelip bağıran herkesi sopaladığı, bazı aptallar her protesto gösterisinin arkasında Soros aradığı için mi?

Şu günlerde üçüncü kez Nutuk’u okuyorum. Çocukken babamın zoruyla okumuş, bir şey anlamamıştım. Bir keresinde de hızlı okuma yapmıştım. Bu kez şunları gördüm: duygulardan ve coşkulardan etkilenmeyen buz gibi bir gerçekçilik ve muhakeme tarzı; neticeye odaklanmış kararlılık; her evrede farklı kişilerle sorumluluğu paylaşma eğilimi; olacakları önceden görmeyi sağlayan olağanüstü bir sezgi yeteneği.

Çerkez Ethem ipleri kopardığında Meclis’te yer yerinden oynuyor. Mustafa Kemal, Nutuk’ta olayı “Millî Hükümet’e isyan” diye nitelendiriyor. Bazıları kahraman Ethem bey ve biraderlerine bu yapılanlar revâ mıdır, diye feryat ederken; bazıları da Çerkesler Ankara’ya gelip hükümeti devirecekler diye korkuyor.  Nutuk’ta Mustafa Kemal o sırada içinde bulunduğu durumu şu sözlerle açıklıyor: “pek serin ve geniş hareket ediyordum.”  Serin ve geniş hareket ediyor, çünkü olacakları bir yıl öncesinden görmüş, gerekli askerî tedbirleri almış.

Neyse, yazıyı uzatmayalım.  Özetle, AKP’nin fikri tutmadığına göre, topluca ve ısrarla dile getirilmesi gereken yeni bir fikre ihtiyaç var. Ne demiş Mustafa Kemal: “Efendiler, celâdet (yiğitlik, bahadırlık, cesaret) gösteriniz!”   Veryansıntv, 23. 10. 2020