DELİ GÖMLEĞİ

Yavuz Alogan

Bir iktidarın ülkeyi topyekûn felakete sürüklediğini gösteren belirtiler nelerdir?

 Elbette her şeyden önce siyasî iktidarın kendi aklıyla ve imkânlarıyla üstesinden gelemediği bir ekonomik krizin varlığı gereklidir.  Kriz, hızla yoksullaşan halkın hoşnutsuzluğuna, gelecekten umudu kesmesine, “Bu böyle gitmez” düşüncesinin sıradan insanın zihnine yavaş yavaş yerleşmesine yol açar.

Burada en önemli unsur halkın siyasî iktidara yabancılaşmasıdır. Halkını kendisine yabancılaştıran iktidarın geleceği yoktur.

Mesela İçişleri Bakanı “Malatya’da şüphe üzerine durdurulan kargo araçlarında 8,5 ton kaçak tütün ele geçirilmiştir,” diye övündü. Adıyamanlı tütün üreticisi Süleyman Yurtsever ise “Ne yaptınız Sayın Bakanım, el koyduğunuz tütün kaçak tütün değil yerli ve millî Adıyaman tütünüdür, 260 Adıyamanlı ailenin nafakasıdır, ekmeğidir aşıdır, bu tek kelimeyle vicdansızlıktır!” diye feryat etti.

Burada bir yabancılaşma vardır. Üretici kendi Devlet’ine yabancılaşmaktadır.  Tütün üreticisi, “İçişleri Bakanlığı yabancı tütün tekelleri adına yerli tütün üretimini engelliyor” diye düşünecek, şöyle diyecektir: “Saray, yerli tütün üreticisine karşı British American Tobacco’nun, Philip Morris’in çıkarlarını kolluyor.”

Ülkücü kardeşimiz, MHP Ordu milletvekili Cemal Enginyurt, “Fındık üreticisinin hakkını savunmak vatanı savunmaktır” diye feryat etti.  Bunun üzerine MHP yönetimi milletvekilini kesin ihraç talebiyle disiplin kuruluna sevk etti. Burada da bir yabancılaşma vardır.  Fındık üreticisi MHP’nin Saray’a olan sadakatini üreticinin çıkarlarına üstün tuttuğunu görmüştür.

Cemal Enginyurt şöyle dedi: “Fındıkta oynanan oyunlara karşı durmanın bedeli ağır da olsa, bu bedeli ödemek Ordulular adına şereftir. Şerefin tavizi olmaz!” 

Şimdi siz bunu söyleyen milletvekilini partinizden kesin ihraç etmek isterseniz, fındık üreticisi “Yoksa bunlar İtalyan Ferrero şirketinin adamları mı?” diye şüpheye düşecektir; “Dünya fındığının % 70’ini biz üretiyoruz, kooperatifimizi götürüp İtalyanlara teslim ettiniz; bu nasıl bir millîciliktir?” diye soracaktır.

Feryat etmek ve düşünmek yetmez. Tekel Direnişi’nin nasıl boşa çıkarıldığını, sendikaların özelleştirmeye karşı verdikleri mücadelenin nasıl yok edildiğini; Türk-İş’in 2014’te özelleştirme karşıtı mitinglerinin ve iş bırakma eylemlerinin neden sonuçsuz kaldığını; Saray’ın sendika yönetimlerini ele geçirip yumuşatarak, direnen sendikaları marjinalleştirerek bu mücadeleleri yukarıdan pazarlıklarla nasıl yok ettiğini hatırlamak da gerekir.

Bazı iktidar meraklıları Saray’ın millî demokratik devrimin tamamlanmamış görevlerini tamamlamaya yönelerek bir üretim devrimi başlatacağını, çünkü millî rotaya girdiğini, hatta uzun yoldan gelerek Mustafa Kemal’in yanında durduğunu iddia ettiler.  Bu arkadaşların, toplumun aralarında çıkar çatışması olan farklı sosyal sınıflardan oluştuğunu; Saray iktidarının yirmi yıl boyunca neoliberal iktisat politikaları izleyerek ülkenin bütün maddî ve üretken varlıklarını düveli muazzama’ya peşkeş çektiğini, işbirlikçi asalak bir yeni burjuvazi yarattığını; bu sınıf tasfiye edilmedikçe, kilit sektörlerden başlanarak özelleştirilen bütün varlıklar kamulaştırılmadıkça “millî ekonomi”den söz edilemeyeceğini bilmeleri gerekir. Dünyaya nizam veren çok büyük “Grand” stratejiler oluşturarak, iri ve çarpıcı laflar icat edip derin ve alengirli tarih analizleri yaparak Saray’a gönüllü danışmanlık edecek yerde, mesela Nikitin’in Ekonomi Politik’ini ya da Leo Huberman’ın Sosyalizmin Alfabesi’ni yeniden okuyup hatırlamaları, bu arkadaşların zihinlerine küşâyiş (parlaklık) verecektir.

Gireceğiniz her savaşın zamanını ve zeminini seçemezsiniz. Bazen hiç beklemediğiniz bir yerde yeni bir cephe açılır, o cephede kendi mevzinizi oluşturmak zorunda kalırsınız.  İstanbul Sözleşmesi böyledir mesela. Sözleşme’nin kusursuz olduğunu iddia eden yok. Fakat tarikatlar ve cemaatler Sözleşme’den çıkılması için Saray’a baskı yapıyorlarsa, o mevzide direnmeniz gerekir. Bizim kadınları koruyan 6284 sayılı kanunumuz var, ecnebinin sözleşmesine mecbur değiliz diyerek Sözleşme’den çıkılmasını savunamazsınız. Kaldı ki 6284 sayılı kanun da İstanbul Sözleşmesi esas alınarak çıkarıldı. Bu mevzide teslim olursanız, Sözleşme’nin ardından Medenî Kanun’un sorgulanacağını, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin savunulacağını bilmeniz gerekir.  Size Medenî Kanun’un İsviçre’den alındığını, Mecelle’nin ise yerli ve millî olduğunu söyleyeceklerdir. O zaman ne diyeceksiniz?

Neyse, konuyu dağıtmayalım…   Aslında mizah yazısı yazacaktım fakat durum o kadar acıklı ki yazanın niyetinden bağımsız olarak yazı kendisini yazıyor. Siyasî toplumun üst katmanlarında halkın hayretle seyrettiği bir yabancılaştırma komedisi oynanıyor.

Şimdi diyeceksiniz ki her şey bu kadar komikse, siyasetin kendisi teatral bir “yabancılaştırma efekti”ne dönüşmüşse, ülke topyekûn felakete nasıl sürükleniyor?

Siyasî iktidarın elindeki imkânlar ile niyetleri arasındaki ters orantı ne kadar büyükse ülkenin topyekûn felakete sürüklenme olasılığı o kadar artar.  Kuyruğunuzun sıkıştığı, seçmen tabanınızın erimeye başladığı koşullarda hilafet tartışması açıp kadın haklarını geri almaya kalkışırsanız ya da ekonomik krizin yoksullaştırdığı halka tarikat ve cemaat ahlakını dayatmaya çalışırsanız ya da bütün komşularınızla çatışma hâlindeylen, size zerre kadar güvenmeyen emperyalist güçlerle ayrı ayrı oyunlar kurarak eski Osmanlı imperium’unda (eski imparatorluk alanı) vekâlet savaşlarına girişirseniz kızgın sobanın üzerine benzin dökmüş olursunuz.

Yirmi yıl iktidarda kalıp her şeyi yıkan, satan ve yerine TOKİ konutlarından başka bir şey koyamayan yağmacı ve talancı bir iktidarın, refahında artış sağlayamadığı, yoksullaştırdığı, yabancılaştırdığı kitleleri savaş ortamında şoven bir histeri dalgası yaratarak kendi saflarında toplayabilmesi de imkânsızdır. Bunu yapmaya kalkışan iktidar bir süre sonra kendi histerisiyle baş başa kalır.

2019 itibariyle nüfusunun yüzde 92,8’inin kentlerde yaşadığı, yüzde 74’ünün internete girebildiği bir ülkede  kapalı bir toplum yaratmaya çalışmak, tarikat ve cemaatlerden oluşan dar öbeklerin deli gömleğini  bütün halkı içine alacak şekilde genişletmeye kalkışmak beyhude bir çabadır ve tehlikelidir.  

İran ve Çin gibi iletişim özgürlüğünü kısıtlamak ya da Putin gibi anayasa ve yasalarla oynayarak diktatörlüğün süresini uzatmak da mümkün değildir.  Bunları yapabilmek için bu ülkelerin içinden geçtiği evrelerden geçmek; İslam Devrimi (1979), Tien An-men katliamı (1989) gibi şeyler yapmak ya da Ortodoks Rus İmparatorluğu ideali gibi bir şey üzerinden kısmi de olsa toplumsal mutabakat sağlamış olmak gerekirdi.  Benzer evrelerden geçmeyen bir Saray’ın saltanat döneminin sonuna geldiğini fark ederek ideolojik hegemonya çabasını birkaç hamlede tamamlama şansı yoktur. AKP’nin yirmi yılda yapamadığını Saray Hükümeti’nin en zayıf olduğu anda yapmaya kalkışması çaresizliğin göstergesidir. Çankaya Köşkü’nü beğenmeyip Saray’da oturmakla hükümdar olunmuyor.   

Felaketin bir diğer yönü   laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti isteyen yurtseverlerin, programı olan, hedefleri belirlenmiş ortak bir muhalefet cephesi örgütleyerek kurucu bir irade oluşturmayı henüz başaramamış olmalarıdır.

Sevgili sanatçıların “Korkmuyoruz” diye imza vermeleri iyidir ama yeterli değildir. (Elbette korkmayın! Niye korkacaksınız? Ecele de faydası yok!) Kendisine “Ak Saçlılar” diyen eski “Âkil adamlar”ın “umudumuz olan gençlere sesleniyoruz” diye bildiri çıkarmaları da fayda etmez. Çok geç kaldınız. Onu “İslâm’la tarihsel uzlaşma”yı savunurken, Abant toplantılarında Hocaefendi’den çöplenirken düşünecektiniz.   Bu âkillerin bazıları daha birkaç yıl önce “Desteklediğimiz Erdoğan sahici değilmiş, kendimi kandırılmış hissediyorum,” diye ağlaşıyorlardı. İçlerinden biri, “Çözüm sürecinde bizi mayın eşeği olarak kullandılar” dediğinde çok gülmüştüm. Gericiliğin farklı kılıklarına aldanarak iktidara yalakalık edenler çözüm bulamazlar. Bunların gösterecekleri “Çıkış Yolu”na kendi yandaşları bile itibar etmeyecektir.  Çözüm Kuruluş İlkeleri’nde, Devrim Kanunları’nda birleşmekle başlar.

Programı olan bir muhalefet cephesi kurulmazsa, siyasî partilerin üyeleri parti yöneticilerine bu yönde baskı yapmazlarsa, her türlü felakete hazır olun. Saray, kendi dünya görüşünü hâkim kılmak ve kendi yönetim sistemini kabul ettirmek için laik topluma karşı son mücadelesini vermeye hazırlanmaktadır. Yerel seçimlerde büyük şehirleri kaybettiler, oyları eriyor, genel seçimlerde kesinlikle kaybedecekler, aman sesimizi çıkarmayalım, provokasyona gelmeyelim diye düşünmek gaflet ve dalâlettir.   Ayasofya’nın ibadete açılması ve hilafet tartışmalarıyla birlikte Saray Hükümeti yeni bir yola girmiş, topluma bir deli gömleği giydirmeye karar vermiştir.  Hedefleri imkânlarıyla uyumlu değildir.  Şartları aşırı derecede zorlarsa iktidar elinden kayar ve sokağa yuvarlanır.  İktidar bir kez sokağa yuvarlanırsa kapanın elinde kalır. Veryansıntv, 24. 07. 2020