BÜYÜK YALNIZLIK

Yavuz Alogan

         Sokağa çıkma yasağı günlerinde merkez medyanın televizyonları haberlere hep aynı görüntülerle başlıyor. Önce üç büyük kentin sokaklarını, meydan ve parklarını görüyoruz. Sunucu, “Ne kadar sakin, ne kadar huzurlu…” gibi şeyler söylüyor. İzmir Konak meydanında güvercinler, Kadıköy sahilinde sıçrayıp oynayan yunus balıkları, Kuğulu Park’ta kederli ağaçlar ve boş salıncaklar… Yasaklara tam olarak uyulduğu özellikle vurgulanıyor. Aykırı davranarak sokağa çıktığı için ağır para cezası verilen birkaç kişinin hikâyesi olumsuz örnek olarak kısaca anlatılıyor.

Ardından bir gün öncesi gösteriliyor: sosyal mesafeyi ihlal ederek pazar yerinde iç içe dolaşan insanlar; burnu açık bırakan, çene altına kaymış, hatta boyundan sarkmış maskeler… Yurttaşlar kan ter içinde bağırış çağırış alışveriş yapmaya çalışıyorlar ya da İtalyan ayakkabılarının havasızlıktan küflendiği AVM önlerinde kuyruk oluşturmuş bekleşiyorlar. Sunucu, bu uygunsuz manzaraları yorumlama ihtiyacı duyuyor. “Ne kadar ayıp, hani sosyal mesafe?” gibi sözlerle tedbirsiz insanları hafiften kınıyor, onlara serzenişte bulunuyor. Ardından, mutlaka bir uzman hekim ekranda beliriyor ve “kendinizi izole edin, evden çıkmayın, maskenizi ellemeyin, kalabalık yerlerde dolaşmayın” gibi talimatlar sıralıyor.

         Geçen Pazar yaşıtlarımla aynı saatte fakat iki tekerlek üzerinde sokağa çıktım. Benden daha yaşlı birkaç bisikletli görünce sevindim. Hararetle selamlaştık.  Virüs sayesinde kent ulaşımında bisikletin ağırlık kazanabileceğini düşündüm. Nitekim bisiklet reklamlarında ani bir artış oldu, bisiklet yolu projeleri hazırlandı. Kapitalizm hangi durumda hangi mala ihtiyaç yaratacağını gayet iyi bilir. Umutla bekliyoruz.

 Yaşlılar birbirlerine dokunarak, tutunarak yürüyorlar, daha çok ATM’lerin önünde toplanıyorlardı.  Tarihî olaylarla analoji (benzeşim) yapma meraklısı çağrışımsal zihnim birden 1940’ların Varşova gettosuna, sokakta birbirine tutunarak yürüyen, tarihten ve toplumdan soyutlanmış, göğüslerine sarı yıldız dikilmiş yaşlı Yahudilerin üzücü görüntülerine kaydı.  Silahlanma Bakanı Albert Speer güçlü kuvvetli Yahudileri çoktan silah fabrikalarına köle emeği olarak sevk etmişti. Ocak 1942’de Heinrich Himmler’in nezaretinde Berlin’de toplanan Wannsee Konferansı’nda   alınan karar uyarınca birazdan kamyonlar gelip yaşlıları istasyondaki yük vagonlarına taşıyarak “Nihai Çözüm” için Belzec, Sobibor, Treblinka, Auschwitz kamplarındaki Siklon-B  odalarına ve  ardından fırınlara doğru…

         Kendi kendime “Oğlum sen kafayı mı yedin?” diye söylenerek ve daha sıkı pedal basarak bu olumsuz imgeleri rüzgâra savurduysam da, yağla kaplı o küçük molekülün, kriz koşullarında topluma yük olmaya başlayan 65 yaş üstünü bütün dünyada tasfiye etmekte olduğu gerçeğine dair bir düşünce zihnimin bir köşesinde varlığını sürdürmeye devam etti.

          Pandemi türünden afetler halkın belleğinde kalıcı izler bırakarak bütün toplumu, ileride de her fırsatta uygulanacak şekilde komuta-kontrol altında tutma imkânı sağlıyor: 65 yaş üstü başına güneş geçmesin diye şapka takarak şu saatte çıkacak, iki yüz metrelik bir çember içinde yürüyecek, şu saatte dönüp kendini izole edecek; 20 yaş altı şöyle yapacak böyle edecek; fırınlar ve kasaplar şu saatte açılacak bu saatte kapanacak…

Askerlikte manganın, takımın ve bölüğün “yanaşık düzen hareketleri” vardır. Komutan bağırır: “Bölük, istikamet geriniz, koşar adım ileri marş!”  Bölük koşmaya başlar. Komutan bu kez “Bölük dur!” diye bağırır.  Bölük durur. “Yat!” diye, ardından “Sürün!” diye bağırır komutan. Bölüğün bütün fertleri vücutlarını yere yapıştırıp dirsek ve dizlerini kullanarak sürünürler.

Asteğmen adayları bu eğitimi çok saçma bulurlardı. “Zaten askerlikte mantık yok,” diye söylenirlerdi. Oysa “yanaşık düzen” talimi yüzyılların deneyiminden süzülmüş gayet mantıklı bir askerî eğitim faaliyetidir. Roma İmparatorluk ordusunun “bandon”larından Prusya ordusunun “hat piyadeleri”ne, Napoleon’un hareketli topçu birliklerinden günümüzün askerî birimlerine kadar bütün ordular bu tip eğitimlerden geçmiştir. Amaç çok basittir: askerlere tek bir komuta altında topluca hareket etme yeteneği kazandırmak.

Ancak askerlikte zorunlu olan komuta, disiplin ve itaat, devlet yönetimi tarafından bütün topluma uygulanırsa farklı bir durum oluşur.   Sebebi ne olursa olsun, toplum bu türden komutlarla yönetilmeye, siyasî iktidar ise bu türden komutlar vermeye bir kez alıştığında, ortaya çıkacak olan, faşizm benzeri totaliter bir sistemdir.

Totaliter eğilimleri olan siyasî iktidarların pandemi, doğal afet, savaş, hayali ya da gerçek darbe girişimi gibi olayları “Allah’ın bir lütfu” gibi görmesi neredeyse kaçınılmazdır. Bu yüzden iktidar katından verilen her komutu dikkatle sorgulamak yurttaşlık görevidir. Her şeyi sorup sorgulayacağız. Ev içi trafik devam ederken 65 yaş üstü neden hapis?  Hayat evde güzel, peki işçilerin tıklım tıkış çalıştıkları fabrikalarda nasıl? Park bahçe gibi açık hava mekânları kapalıyken AVM’ler neden açık?  Halkı bilgilendirme görevi belediyelerden alınıp her gün   cami hoparlörlerinden aynı bildiriyi okuyan cami imamlarına verilebilir mi?

Cami dedim de aklıma geldi… Tamam, laikliği kaldırdınız. Çok güzel! Tarihte ilk kez, bir ülkenin Anayasa’sında yazılı laiklik ilkesi, Anayasa Mahkemesi tarafından “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı” olarak saptanan bir siyasî partinin aynı anda hem Cumhurbaşkanı, hem kendi partisinin genel başkanı, hem  Silahlı Kuvvetler’in komutanı olmayı beceren karizmatik Reis’i tarafından fiilen kaldırılmış oldu.   Hepimiz aval aval baktık, hayretler içinde kaldık. İleride tarih kitapları bu acayip olayı kim bilir nasıl yazacak? Muhtemelen laiklik ilkesini anayasadan da çıkaracaklar, herkes rahata erecek.   Siyasî toplum pes etti ve laiklik karşıtı faaliyetleri üstü kapalı biçimde benimsedi. Hatta “Biz de bu faaliyetlerde bulunalım, getirisi çok yüksek,” diye düşündü.

İstisnasız bütün siyasî partiler dini siyasete alet etmeden oy alınamayacağı gibi çapsız, bilinçsiz, dar görüşlü ve teslimiyetçi bir düşüncenin esiri oldular.  Peki korona var diye her gece (istisnasız her gece!) evin pencere camlarında rezonans yapacak kadar şiddetli bir sesle okunan, insana hayatı değil ölümü hatırlatan Selâ’yı, hemen ardından Itrî’nin insanın içine kasvetler salan 18. asırdan kalma salavatını dinlemek zorunda mıyız? Bülent Arınç bile “bid’attır,” yani işgüzarlıktır / icat çıkarmaktır, diyerek buna karşı çıktı. Kimseden ses yok!  Şimdi hemen “Bülent Arınç’ı mı savunuyorsun?” diye üstüme gelmeyin, ey kuş beyinli troller! Elbette savunmuyorum fakat adam bu işleri bilen biri olarak doğru söylüyor. Bu bir baskıdır, dayatmadır!

Bugün korona var, yarın başka bir şey olacak.  Bu türden dayatmalar tepki doğurur, tuhaf olaylara yol açar. Nitekim geçen gün, İzmir’de bir caminin minaresinden ansızın ecnebi bir şarkının tanıdık nâmeleri yükselmiş: “O Partigiano, portami via / O bella ciao, bella ciao, bella ciao, ciao, ciao!!!”  Kimsenin akılcı eleştiriye cesaret edemediği yerde meydan her türlü kışkırtıcı eyleme, provokasyona açık olur. 

Her etki bir tepki doğurur; tepkilerin nereye gideceği belli olmaz, milleti bölersiniz. Böldünüz zaten! Laiklik, ülkenin birliğini sağlayan en temel (en temel!) yapı taşıdır.  Unuttuğunuz bu gerçeği bir kez daha idrak etmeniz için çok acı tecrübelerden geçmeyiz umarım.

Neyse, konuyu dağıtmayalım.   Yağla kaplı küçük bir öldürücü molekül karşısında, Devlet’e hükmeden siyasî iktidarın gücünü yoğunlaştırarak bütün topluma komuta edebildiğini, onu itaatkâr küçük atomlara ayırarak, her bir atomu büyük bir yalnızlığa sürükleyerek yönetebildiğini ve fırsattan istifade ederek ideolojik hegemonyasını güçlendirebildiğini görmüş olduk.  Bugün virüs, yarın başka bir şey. Buna alışmamak lazım.  Veryansıntv, 22. 05. 2020