VATAN ŞAİRİ NAMIK KEMAL

Yavuz Alogan

         Önde kol kola girmiş mahkûmlar, arkada kafile olmuş aileler, Hapishane-i Kebir’den zaptiye kuşatması altında çıkarak Ayasofya Camii’ne doğru yürüdüler, tramvay caddesinden Soğukçeşme’nin önüne indiler.  

Sultan Abdülaziz vatanseverleri sürgüne gönderiyordu. İbret gazetesi kapatılmış, mahkeme hükmü olmadan Namık Kemal’in Magosa’ya, Menapirzâde Nuri ve Bereketzâde Hakkı Beyler’in Akkâ’ya, Ahmet Mithat ve Ebüzziya Tevfik Beylerin Rodos’a nef’i (sürgünü) için padişah fermanı çıkarılmıştı. 9 Nisan 1873 günü mahkûmlar Dakhaliyye vapuruyla İstanbul’dan uzaklaştırıldılar.

Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal biyografisinde (ALFA, 2018), yol boyunca dizilen ahalinin mahkûmlar gemiye binene kadar onları yalnızca gözleriyle takip ettiğini, ne bir tezahürat ne de nümayiş olduğunu, matbuatın ise sessizliğe gömüldüğünü yazar.

Aylar sonra Namık Kemal, Hadika  gazetesinde N.K imzasıyla şöyle yazacaktı: “Hamiyyetli zannettiğimiz adamlar içinde, tuttuğu fikri, ihtiyar ettiği mesleği, doğrudan doğruya, her kimin karşısında olursa olsun meydana koyarak bahs-ü müzakereye (tartışma konusu etmeye) cesaret edecek, memleketimizde on kişi var mıdır?”  (s. 909).

Oysa sürgünden birkaç gün önce, 5 Nisan’da, Namık Kemal’in yazdığı Vatan Piyesi   Güllü Agob’un Gedikpaşa tiyatrosunda sahnelenmiş, bütün İstanbul ayağa kalkmıştı.  Mithat Cemal Kuntay, o geceyi şöyle anlatıyor: “Mahşeri tiyatro almıyordu. Birdenbire bir anda sahne, salon, oyun, hepsi tek kelimeydi: Vatan (…).  Bu kelime sahneden sokağa fırlayacak, eve, mektebe, kışlaya dalacak, kılıçtan ve kalemden damlayacaktı. Asker saflarıyla iç içe, nesillerle baş başa, yıllarla omuz omuza koşacaktı” (s. 609).

Fransız Devrimi’nin etkileri Osmanlı ülkesine bu türden heyecanlarla geldi. Genç Osmanlılar, Hürriyet, Müsavat ve Uhuvvet (Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik) istiyorlardı. Vatan ve Millet kavramları, Memâlik-i Şâhâne (Padişah’ın ülkesi) kavramıyla ilk kez karşı karşıya geliyordu. Ancak maddî çıkarları birbiriyle çelişen sosyal sınıflar henüz belirmemişti; mesela Fransız Devrimi’ndeki gibi kendisini Soylu ve Ruhban sınıflarından giderek ayıran bir Tiers-État (burjuvazi, zanaatkârlar, emekçiler ve köylüler) oluşmamıştı. Maddi ve sınıfsal temel olmayınca fikirler kitleleri tutuşturamıyordu. Namık Kemal bunun farkındaydı: “Biz kelime oyunu yapıyoruz, Avrupalılar fikir oyunu yapıyor. (…) Lisan öyle taş kovuğunda yetişen incir ağacı gibi kendi kendine kemal bulmaz” (s. 931).  Fakat halkın kayıtsızlığı yine de vatanseverleri yaralıyordu. Öte yanda, “köylüyü Türk nesrinde ilk yazan Kemal” idi (s. 1074).

Sanayi devrimini anlamayan, sınıf ve zümreleri ayrışmamış ülkede hanedan mensupları ile ihtilalciler arasında yakın ilişkiler vardı. Yeni Osmanlılar, Şehzade Murat Efendi’den meşrutiyet, meclis-i mebusan, kanun-ı esasi (anayasa) bekliyorlardı. Şehzade’nin Kurbağalıdere’deki köşkünde Namık Kemal, Ziya Paşa ve Şinasi sık sık bir araya gelerek Abdülaziz sonrasını tartışıyorlardı. Bu toplantılara zaman zaman, geleceğin Ulu Hakan’ı Şehzade Abdülhamit de katılıyordu.

Abdülaziz’in vatanseverlerden huylanarak onları sürgüne göndermesinin esas sebebi Vatan Piyesi’nden çok Saray çevresinde cereyan eden bu türden ilişkilerdi. Bu arada Namık Kemal’in Şehzade Murat’ı terbiye etmeye çalıştığını görüyoruz. Şehzade konuşurken anlamını bilmediği Fransızca kelimeler kullandığında Namık Kemal onu neredeyse azarlıyor fakat arada “Efendimiz, vatanperverlerin bütün ümidi sizdedir” demeyi de ihmal etmiyordu.

Nihayet kader ağlarını ördü fakat olaylar ihtilalcilerin beklentilerine uygun düşmedi.  Abdülaziz’in esrarengiz bir saray darbesiyle devrilmesi ve şüpheli ölümünün adından “ilerici” şehzade, 30 Mayıs 1876 günü    V. Sultan Murat namıyla tahta çıktı.   Vatanseverler sürgünden kurtularak İstanbul’a avdet ettiler.  Böylece “millî padişah Murad, Millî devlet adamı Mithat Paşa, millî edebiyatçı Namık Kemal” (s. 1071) nihayet birleşmiş oldu. Lakin   yeni padişah cülûs töreninden hemen sonra tuhaf davranışlar sergilemeye başladı.  Tabanca, kılıç görünce korku nöbetleri geçiriyor, Cuma selamlığından firar etmeye, divan yolundan kaçıp kendisini havuza atmaya teşebbüs ediyordu. Nihayet Padişah’ın “tecennün” ettiği (çıldırdığı) anlaşıldı. O sefil yaratıktan meşrutiyet devrimi bekleyen inkılapçılar kim bilir nasıl bir hayal kırıklığına uğramışlardır.  

  31 Mart gerici isyanını (1909) bastıran Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın “Köhne Bizans’ın Yıldız burcunda ikamet eden baykuş!” diye haykırdığı II. Abdülhamit tecennün şöyle dursun sıhhat ve afiyetle 33 yıl hüküm sürecekti. Peki “ilerici” padişah V. Murat neden tecennün etmişti?

Mithat Cemal basit bir açıklama getiriyor… İki şehzade de   içki ve kadın düşkünüydü. Fakat Murat’ın hekimi Kapoleon bu duruma aldırmazken; Abdülhamit’in hekimi Mavroyani, “Baba ve ananız genç yaşta veremden öldüler; kadından ve içkiden vazgeçmezseniz çabuk ölürsünüz” (s. 1077) diyerek Abdülhamit’i dizginliyordu. 

Zaten bu son padişahlar ya  “tecennün” ediyor ya da “müteverrim” (verem) oluyor ve bu iki illetten fena hâlde korkuyorlardı. Kitapta, V. Murat’ın biyografisini yazan tarihçi Emile de Kératry’den Osmanlı şehzadelerinin bunalımını çözümleyen çok derin bir cümle yer alıyor: “Murad, köşkünün harem dairesinde, aşkı daha tohum hâlindeyken öldüren cariye itaatinin melankolisi ortasında ve dimağ meşguliyetine imkân vermeyen bir cehaletin devamı içinde yaşadığı için kendisini içkiye vermişti, şarap ve mastika içiyordu” (a.g.y).  

Neyse, konuyu dağıtmayalım….  II. Abdülhamit tahta çıktığında meşrutiyetçi göründü.  Derhal bir Kanun-ı Esasi (Anayasa) komisyonu kurdu. Komisyonda “dört türlü aza” vardı: Asker ve sivil paşalar; sarıklı hükümet adamları; beyler ve efendiler; inkılapçılar.  İnkılapçılar, Ziya Paşa ve Namık Kemal idi.  Anayasa taslağını Namık Kemal, II. Abdülhamit’e kendi eliyle sundu. Padişah memnuniyet gösterisinde bulunarak Kemal’e kendi has ahırından bir at hediye etti.

Burada durup Mithat Cemal’in tarih bilincini övmek gerekir.  Meselenin özünü şu sözlerle ortaya koyuyor: “Abdülhamid, inkılapçıları aldatmakla, Mithat Paşa ile Ziya ve Kemal’in yüzlerine gülerek tahta çıktıktan bir müddet sonra bunların hepsine birdenbire somurtup Meclis-i Mebusan’ı kapatmakla ‘meşrutiyet’ten kurtulacağını sanmıştı. Halbuki padişahın meşrutiyetsiz hükümetini Mithat Paşa’yla Kemal’den ve Ziya’dan ziyade, Avrupa’da şu dört tarih tehdit ediyordu: 1789, 1880, 1848, 1870. Bu rakamların manaları vardı: Kesilen hükümdar kafaları ve kırılan saltanat taçları” (s. 1161).

Abdülhamit de bu dört rakamdan haberdardı kuşkusuz. Bu yüzden Kanun-ı Esasi’ye  113. Madde’yi ekletti: “Polisin malumat-ı mevsukası  (belgeye dayalı olarak verdiği bilgiler) üzerine  taht-ı şüphede bulunanları zat-ı hazreti padişahının memâlik-i şâhâneden (ülkeden) tard ve nefyetmeye (çıkarmaya, sürmeye) hakkı vardır” (s. 1146).

Abdülhamit meşrutiyet aldatmacasını ustaca oynadı, zira “şehzadeliğinden beri, Mithat Paşa’yı, Kemal’i ve arkadaşlarını iyiden iyiye biliyordu; ve karar veriyordu ki bu adamların istedikleri şey ‘meşrutiyet’değildi, ‘cumhuriyet’ti. Ve iki taraf birbirinden karşılıklı korkuyorlardı” (s. 1169). Padişah’ın gerçek niyetlerini görmezden gelerek onun yaptığı “iyi” şeyleri övme, kötü şeyleri ise iyi gibi gösterme huyunun o zaman da geçerli olduğunu görüyoruz. Mesela Mihat Paşa, “Ne yapalım?” diyordu, “Kanun-ı Esasi, şimdilik bizde bu kadar olabiliyor” (s.1143).  Saray’a bel bağlayacak yerde, İtalyan devrimcilerinin 1800’lerde geliştirdikleri, kömür işçileri ile Masonları birleştiren “Karbonari” tarzında gizli örgütlenmeyi denemiş olsalardı, en azından tarihin akışını etkileyebilirlerdi. Bu örgütlenme tarzı onlara uyardı.

Belki o zaman da şimdi olduğu gibi, Devlet-i Aliyye’ye el kaldırmak hayal bile edilemiyordu; “her kulun ulû’l emr’e itaati muktezidir” anlayışı zihinlere nakşolunmuştu ya da belki günümüzde iktidara hükmeden herkesi Devlet zannedenlerin fikriyatı o dönemde kök salmıştı. Kuvayı Milliye ihtilalciliğinin bu eski kökleri neden iplemediğini ve Mustafa Kemal’in, en yakın arkadaşlarını bile feda ederek o kökleri nasıl koparıp atabildiğini de düşünmek gerekir. 

Neyse, konuyu dağıtmayalım… Kanun-ı Esasi tartışmalarıyla birlikte Saray’a yağmur gibi jurnal (ihbar) yağmaya başladı. O sırada Mithat Paşa’nın himayesinde bütün vatanseverlerin içinde yer aldıkları Hediyye-i Askeriyye ve Asâkir-i Milliye isminde iki cemiyette ihtilal hazırlandığına dair haberler yayılıyordu. Bu iki cemiyetin azaları Namık Kemal’in şiirlerinden esinlenerek söylenen vatan şarkılarını dillerinden düşürmüyorlar, askeriyeyi Saray’dan kopartarak halkla bütünleştirmeye çalışıyorlardı. Namık Kemal’in “Vatan Şarkısı”nın Fransız devrimcilerinin, daha sonra bütün dünya devrimcilerinin marşı olan “La Marseillaise” gibi Osmanlı ihtilâlinin marşı olduğu söyleniyordu:

“Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır… / Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda… / Top patlasın ateşleri etrafa saçılsın… / Dünyada ne bulduk ki ölümden de kaçılsın…”  

Aslında bu sözler Marseillaise’in şu isyancı sözlerini çağrıştırmıyor değildi: “Haydi vatanın evlatları / Zafer günü geldi /Tiranlık bize karşı  kanlı bayrağını kaldırdı…/ Silah başına yurttaşlar / Taburlarınızı oluşturun /  Yürüyelim, yürüyelim /Saf olmayan düşman kanıyla / Tarlalarımızı sulayana kadar…” 

II. Abdülhamit, ihtilal ateşi bir kez alevlenip yayıldığında onu söndürmenin çok zor olacağını biliyordu. Neticede Mithat Paşa sürgüne gönderildiği Taif’te muhafızları tarafından zindanda boğularak öldürüldü. Ziya Paşa Adana sürgünü olarak, Namık Kemal ise sürüldüğü Sakız Adası’nda öldü. Vatan Şairi, öldüğünde henüz 48 yaşındaydı.

Onlar siyasî toplumun Saray’ın etrafında kümelendiği bir dönemin devrimcileriydi. Fikirleri ve azimleri güçlü fakat eylemleri nesnel koşullarla sınırlıydı. Bununla birlikte, kendilerinden sonra gelen İttihat ve Terakki’ye ve onun ardından gelen Mustafa Kemal devrimciliğine bayrak, ışık ve söz oldular. İttihatçılar padişah iradesine ağır bir darbe vurdular ve millet iradesini yarattılar; Mustafa Kemal ise Saray’ı tarihin çöplüğüne havale ederek Cumhuriyet’i kurdu. Şimdi tarih ibret alınmadığı için tekerrür ediyor.

 Ne demiş Mehmet Akif: “Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”  Tarihten ibret alalım!

Mithat Cemal Kuntay’ın Namık Kemal biyografisi günün birinde mutlaka senaryoya çevrilerek televizyon dizisi yapılacak ve millet, dandik Abdülhamit dizisine bugün mabadıyla gülenlere ileride hak verecektir. Sarayların istibdadına karşı ve kendi siyasî ikballerini ve istikballerini Saray’ın menfaatleriyle tevhit eden yalaka muhabbetçilere karşı vatanseverlerin hürriyet mücadelesi asla bitmeyecektir. (Bu son cümleyi Namık Kemal yaşasaydı tam da böyle yazardı! Aziz ruhu şâd olsun.)  Veryansıntv, 17. 04. 2020