NEOLİBERAL DÜNYADAKİ HER BİR SİYASÎ İKTİDAR

Yavuz Alogan

Dünya hâlinin en feci durumu, örgütsüz bir halkın gözünü yukarılara dikerek iktidar katından kurtuluş beklediği fakat beklediğini alamadığı durumdur. Edindiğiniz bütün hakları size yukarıdan vermişlerdir, sonra yine yukarıdan geri almışlardır.

         Bunu dünya konjonktürü gerektirdiği için yapmışlardır.  II. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşan Atlantik ittifakında “demokrasi” görüntüsü vermek için 1946’da çok partili sisteme geçmişler; 1961’de insanların örgütlenmelerine, sendika kurmalarına, serbestçe yayın yapmalarına, TRT’nin ve üniversitenin özerkliğine izin vermişlerdir.

         Sonra Soğuk Savaş’ın gereklerini yerine getirmek için bu hakları ve özgürlükleri 1972’de kısmışlar; “Bunlar çok müstehcen haklar, üzerine bir şal örtelim de halkın terbiyesi bozulmasın,” diye düşünmüşlerdir.  Nihayet 1980’de şalı kaldırıp bütün hak ve özgürlüklerin üzerine beton dökmüşler; onların yerine vakıflar, tarikat ve cemaatler içinde örgütlenme imkânı getirmişlerdir. Dünya konjonktürüne bakmışlar, Duvar yıkıldıktan sonra emperyalistlerin eski üçüncü dünyanın ulus-devletlerini çökertmek için geliştirdikleri etnik ve dinî özgürlükleri benimsemişler, sonra pişman olup vazgeçmişler, yarattıkları etnik ve mezhebî enkazı temizlemek için debelenmeye başlamışlardır.  Siz aşağıdan onlara bakarken, onlar böyle düşünmüşler ve böyle yapmışlardır.

          Sağlık, eğitim ve güvenlik hizmetlerini bile özelleştirmişlerdir. Hekimler, öğretmenler, mühendisler, polisler, ellerinden örgütlenme imkânı alınmış olarak 21. yüzyılın prekaryasına katılmışlardır.    Kimse çıkıp, kardeşim sen bana parasız sağlık, tedrisatı tevhit edilmiş parasız eğitim, iktidar partisinin siyasî emellerinden arınmış güvenlik sağlamıyorsan, ben sana niye itaat edeyim dememiştir.   Fakat şimdilik aile içi şiddet, kadın cinayetleri, tekil ya da toplu intiharlar biçiminde süren içe doğru sosyal patlamanın bir zaman sonra dışa doğru sosyal patlamaya dönüşeceği görülmüştür.

          En büyük özel eğitim kurumlarından birisi patron gökdelenlerini satamadığı için çökmüş; öğretmenler aylardır maaş alamıyor ve Millî Eğitim Bakanı’nın bundan haberi yok. Gariban öğretmenler ve veliler okulların önünde topluca haykırarak seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Arkalarında TÖS (1965-1971) ve TÖB-DER (1971-1980) gibi sağlam bir örgüt yok. Bir öğretmenin mücrim gibi yüzünü gizleyerek basına göstermeye çalıştığı pankartın üzerinde şu sözü okuyoruz: “Eğitim ticaret değil, kamu hizmetidir!”

         Köylüler çekine çekine termik santralı eleştiriyorlar. İçlerinden biri, babasının, annesinin solunum yolu hastalıklarından öldüğünü  anlatıyor. Arada cebinden bir astım fısfısı çıkarıp ağzına sıkıyor. Orada okula giden çocuklar, tarlada çalışan insanlar, meraya yayılan hayvanlar var. Topluca zehirleniyorlar.  İnsan yıllarca böyle bir duruma nasıl katlanabilir?  Topluca gidip santralın kapısına dayanmaz mı? Elektrik direklerine tırmanıp gökyüzüne haykırmaz mı? Örgütlenip topluca Ankara’ya doğru yürüyüşe geçmez mi? Hayır. Şimdilik susuyorlar, Padişah hazretleri bacalara filtre taktıracak diye seviniyorlar.

         Ben ilk defa Soma’da 300 madenci toprağa gömülüp öldüğünde ayıldım. Yaralı işçi sedyeye alınırken, “Çizmelerimi çıkarayım, örtü kirlenmesin” dediğinde sarsıldım. Belki inanmayacaksınız ama ben o sırada bir genel grev bekledim. Biraz saf biri olduğum için sendikalardan “Bütün madenler kapatılmalı; can güvenliğini sağlayan teknik önlemler alınmadıkça, taşeronluk kaldırılmadıkça kuyulara inmeyeceğiz” şeklinde bir direniş bekledim. “Madencinin fıtratında madende ölmek vardır” denildiğinde, bir kıvılcım, geçmiş dönemlerin sert sendikal mücadelelerini andıran bir tepki, bir uyanış bekledim.

         O sırada Zonguldak’taki maden işçileri, ölen 300 arkadaşları için bir anma töreni düzenlemişlerdi. Bütün televizyon kanalları gösterdi.  İşçiler el ele tutuşmuş, başlarında kaskları, yüzlerinde kömür karasıyla sessizce ağlıyorlardı. Émile Zola o sahneyi görseydi Germinal’i yeniden yazardı.

Günümüzde siyasî partilerin ilgilendikleri büyük meseleler ile halkın gerçek sorunları arasındaki irtibat kopmuştur. Çok kutuplu dünyada yeni bir kutup oluşturabileceği sanılan “İslam âlemi”ne önderlik etmek ya da  Atlantik sistemine sadakat göstermek ya da bütün yumurtaları  “Avrasya” sepetine yerleştirmek gibi büyük strateji meseleleri, yanı sıra Kanal İstanbul gibi çılgın projeler, tank-palet gibi  sisli ve alengirli sorunlar ya da yeni havaalanı ve köprü geçiş ücretleri gibi konular  siyasî toplumun zihnini işgal etmiş,  cayır cayır yanan bir gündem oluşturmuş.

Aşağılarda, halk katında ise çeşitli pinokyo karakterler ve yeni partilerle yönlendirilerek etkisiz hâle getirilmesi  mümkün görünmeyen sessiz bir öfke, kıvılcım bekleyen bir patlayıcı madde gibi birikiyor.  Nüfusun büyük çoğunluğu çok farklı nedenlerle kendisini aldatılmış hissediyor.  İş temelinde insanlar statü kaybına uğramışlar, iş güvenceleri zayıflarken borçlanma imkânları artmış. “Mesleki kimliği tanımlayan ahlâki ya da davranışsal yükümlülükler”den sıyrılmış (Standing 2014, s. 29), “siyasî davranışı öngörülemeyen” (Bauman 2017, s. 177), örgütsüz olduğu için sesini duyuramayan, dolayısıyla muhtemel davranışları siyasî iktidarlar tarafından kestirilemeyen geniş bir öfkeli kesim oluşmuş.  Bu kesime, İngilizce “precarious” (güvencesiz/kırılgan) ve “proletariat” sözcüklerinden türetilen bir terimle “prekarya” deniliyor. Terimin sağcılıkla solculukla ilgisi bulunmuyor.  

Hindistan’da greve çıkan 200 milyon emekçi, Lübnan’da sokaktaki milletvekilini parçalamak için hamle eden kitle, Paris’te Macron’u giyotine müstahak gören sarı yelekli; bütün bu öfkeli insanlar, son tahlilde, sosyal devleti arıyorlar, silahlı bir anonim şirket gibi davranan devlet istemiyorlar, neo-liberalizme, paranın ve piyasanın hâkimiyetine isyan ediyorlar.

Dünya halkları son otuz yıl içinde yukarıdan, iktidar katından kurtuluş beklemenin faydasız ve anlamsız olduğunu gördüler.  Burada önemli olan, bu karmaşık ve öfkeli kitlelerin taleplerini programatik bir dille ifade edebilmeleridir. Eylemlerinin her aşamasında bu kitlelerin “Ne istiyoruz?” sorusuna somut, gerçekçi ve devrimci yanıtlar bulabilmeleri gerekir. İnsanlığa yol gösteren yeni bir dünya kurulacaksa eğer, farklı toplumsal sınıfların aşağıdan yükselen isyanların yarattığı altüst oluşlar içinde birbirleriyle etkileşmeleri ve çatışmalarıyla kurulacaktır. Ve en önemlisi: neoliberal dünyadaki her bir siyasî iktidar ezilen kitlelerin isyanını tadacaktır.  Veryansıntv, 20.12.2019