KAFAYI DUVARA VURMAK

Yavuz Alogan

         Maksim Gorki, şu anda hatırlayamadığım bir yerde, Bolşevikler’in  duvara (Çarlık) olanca güçleriyle kafalarını vurduklarını, arkalarındaki muazzam kitle desteğiyle orada bir delik açtıklarını anlatır. Türkiye’de Düzen’in duvarına kafasını olanca gücüyle vuracak pek çok kişinin/kadronun çıkabileceği tarihsel olarak defalarca kanıtlanmış, ancak bu vuruşu destekleyecek kitle gücü her defasında eksik kalmıştır. Başka deyişle, kafayı vurma anıyla  sınıf mücadelesinin yükselişi arasında senkron sağlanamamıştır. Mevcut iktisadi kriz koşulları önümüzdeki dönemde böyle bir imkân yaratabilir ve içe, toplumun derinliklerine doğru gelişen patlamalar dışa dönerek yeni bir sınıf mücadelesini ateşleyebilir. Bu durum, kafasını duvara vuracak insanların, kadroların ve hareketlerin öne çıkmasını sağlayabilir.

21. Dakika

                   Türkiye’deki karışık ideolojik iklim dikkate alındığında, bu yeni mücadele sürecinin kaotik olması muhtemeldir. Fakat kaos dezavantajların yanı sıra avantajlar da sağlayabilir. Mesela Yunanistan’da işçiler 20 dakika genel grev yapabiliyorlar. Grevin  durdurduğu bütün  üretim faaliyeti ve   genel nüfus kitlesini etkileyen bütün hizmetler, 21. dakikada yeniden başlayabiliyor. Türkiye’de böyle bir şey olmaz. Bir kere bu ülkenin tarihinde tek bir genel grev deneyimi yok. Gerçek anlamda yok. Yoksa sendikaların genel grev yapıyormuş gibi davrandıkları, devletin de sendikaları sanki genel grev yapıyorlarmış gibi azarladıkları pek çok örnek gördük. Genel grev, en azından büyük kentlerin çevresinde, çalışan tek bir fabrikanın kalmaması, tek bir belediye otobüsünün sefere çıkmaması, tek bir uçağın havalanmaması, bütün elektrik ve su şebekelerinin durması, alışveriş merkezlerinde satış yapılmaması anlamına gelir. Yunanistan’da bu 20 dakika sürebiliyor. Burada 20 dakika sürecek  gerçek bir  genel grev yapılsa, 21. dakikada, yeni bir dünya kurulmuş olabilir. Kaotik durumun sağlayabileceği avantaj budur. Kaotik olmayan, sendikal disiplinin hâkim olduğu  bir genel grevde, 21. dakika  sistemi burjuvaziye iade ederken; kaotik bir durumda 21. dakika, hiç beklenmedik  gelişmelere, büyük kitle hareketlerine yol açabilir.

Beklemek ve Çürümek

            Tarihin penceresi aralanır gibi olduğunda, “olgunlaşma”yı ya da bir şeylerin “olgunlaşması”nı beklemek, genellikle çürümeye yol açar. Duvara kafayı vurma metaforunu hatırlayalım! Bu metafor, aynı zamanda, erken davranmayı, beklememeyi ima etmektedir.  Yavaş gelişimden, adım adım olgunlaşmadan, niceliğin niteliğe dönüşüm diyalektiğinden, “kendiliğinden” sınıf hareketinin “kendisi için” sınıf hareketine dönüşümüyle tarihsel gelişimin nesnel mantığından yana olan Eduard Bersntein ile beklemekten yana olmayan Rosa Luxemburg arasında geçen polemik, devrimcilik ile reformculuk arasındaki farkın aydınlanması bakımından büyük önem taşır. Kızıl Rosa, bu polemikte, vakitsiz ve başarısız girişimlerde bulunmadan, doğru anda devrim yapılamayacağını söyler. Her devrim, vaktinden önce gerçekleşmiş bir devrimdir. Tam vaktinde olan şeye zaten devrim denmez. Vakit gelmişse, ayrıca bir şey yapmaya gerek yoktur. Sınıf ve devrimciler kendilerini ancak vaktinden önceki girişimlerle eğitebilirler. Vaktinden önce yapılan hiçbir girişim yoksa, beklenen vakit gelmez. 

Bu açıdan bakarak, Türkiye’de  yine bir “vaktinden önce girişimler” döneminin açılmakta olduğunu ve yeni insanların, işçilerin, öğrencilerin bu girişimler içinde kendilerini eğiterek bir vakte kadar yeni bir devrimci hareket oluşturabileceklerini söylesek, durumu abartmış olur muyuz?

                   Ya da böyle bir iddiada bulunurken, neye dayanabilir, hangi imkânlardan hareket edebiliriz?

İmkânlar

         Birincisi, Özal’la başlayan liberal ekonomi döneminin, bütün “şahane hayat yanılsamaları”yla birlikte sona ermesi, orta  ve alt sınıfların bilincinde yeni bir dönüşüme yol açmış olmalı. Kriz, dibini gördük, falanca çeyrekte dibe ayağımızı vurup yukarı fırlayacağız gibi iddialara rağmen, gelişmeye devam ediyor ve az gelişmiş/tam bağımlı ekonomileri en ağır darbeler için sıranın sonlarına yerleştirmiş gibi görünüyor. Kapitalizm kendine yeni bir model ararken, işten atıldığı için fabrika kapısında birbirine sarılıp ağlayan işçiler ile henüz işten atılmayan fakat korku içinde bekleşen içerideki işçilerin ortak bir kadere sahip olduklarını anlatmak  ve sendikaların yapısını sorgulamak için yeni imkânlar ortaya çıkıyor. Sosyalist olmak, bu işçilere seslenebilmeyi, çalışan işçinin atılan işçiye sahip çıkması gerektiğini, patronsuz da üretim yapılabileceğini, fabrikaları terk etmeyip tezgâh başında direnmenin önemini, emeğin hükmettiği yeni bir dünyanın mümkün olduğunu anlatabilmeyi gerektirir. Bunu yapamıyorsak, sosyalist olmuşuz olmamışız, ne fark eder?

             İkincisi, mevcut hükümetin trajik durumundan kaynaklanıyor. Hükümet, bütün  sermayesini  neo-liberal iktisat siyasetlerinin küresel  başarısına  yatırdı ve bu yönde önemli bir mesafe aldı; her şeyi sattı, özelleştirdi, liberalleştirdi. Krizin derinliğini anlamadığı ve hızını alamadığı için, aynı yönde  ilerlemeye devam ediyor. Fakat bu siyasetlerin artık iflas ettiği ve yine Keynes’ten ilham alan yeni bir küresel kapitalizm modeli arayışının başladığı görülüyor. Hükümet, memleketin bütün iktisadiyatını uluslararası sermayenin saldırılarına açtı. Fakat saldıran yok. Gel bizi sömür, diyorsunuz, ama kimse gelmiyor. Gelse, bu kez öldüresiye sömürecek. Öldüresiye sömürmek için daha ucuz işgücü istiyor, ancak bunun için gerekli olan rejim değişikliğine şimdilik kimsenin gücü yetmiyor. (Bu arada TÜSİAD’ın işçinin kıdem tazminatına göz diktiği, sağlık harcamalarında bireysel katkının artırılmasını istediği görülüyor.)   Bu tablo, hükümetin büyük bir bedel ödeyerek  sahneyi daha  kamusal (ya da baskıcı) siyasetler uygulayabilecek güçlere terk etmesine yol açacak; “teğet geçiyor” zannettiği şey, onu tarihin çöplüğüne mıhlayacak. Bu karmaşık süreç, sosyalist hareketlerin programlarının, taleplerinin ve kapitalizm eleştirilerinin geniş kitlelere iletilmesi için büyük imkânlar sağlayabilir.

         Üçüncüsü, toplumun genelinde bir siyasallaşma görülüyor. Merkez sağın fosilleşmiş sabık liderleri bile atağa kalktı. Sosyal demokratların alanında yeni arayışlar ve mevzilenmeler var. 1 Mayıs, bütün sol grupların en geniş katılımını sağladı. (Devlet, 1 Mayıs’ı  tatil ilân etmekle tarihsel bir hata yaptığını önümüzdeki yıllarda anlayacak.)  Üniversitelerde 1980’li ve 1990’lı yıllara özgü apolitik öğrenci tipolojisi, yerini,  okuyan, tartışan,  örgütlenmek ve değiştirmek isteyen, militanca bir çıkış arayan gençlere bırakıyor. Liseliler bile on yıllar sonra yeniden örgütleniyorlar. Bu bağlamda, yeniden başlayan Cumhuriyet Mitingleri’ni de hesaba katmak gerekir. Beğenmeyebilirsiniz, ancak unutmayın ki, 68 Gençliği’nin bütün önderleri, 60’lı yılların ortasında yapılan Kıbrıs Mitingleri’nde,  “Ya taksim, ya ölüm!” diye bağırmışlardır. İnsan bilinci sıçramalı gelişir; ve tarih hızlandıkça bilinç sıçramaları artar. Bütün bu Ergenekon, liberalizm, sosyalizm, laiklik, cumhuriyet, şeriat, iktisadi kriz, Keynes, Marx vb. tartışmaları, insanları sorgulamaya, düşünmeye, tartışmaya yöneltmektedir. Farklı ve birbiriyle mücadele eden programları birleşik kaplar gibi düşünebiliriz; bunlar bir yere kadar birbirini güçlendirerek gelişir.  Çok uzun bir aradan sonra (70’lerden bu yana, nerdeyse 40 sene sonra), işçiler sahici grev, öğrenciler sahici boykot, çeşitli halk kesimleri örgütlenerek sahici eylem yapmayı yeniden öğrenmek durumundalar. Dolayısıyla, kategorik olarak karşı çıkmadan ve yok saymadan, her şeye maydanoz olmak ve hiçbir ruhu huzur içinde bırakmayarak sorgulamak gerekir. Bu siyasal ortam, sosyalist solun, en haklı talepler ve görüşlerle öne çıkmasına imkân sağlıyor. 

                   Dördüncüsü, Kürtlerin mücadelesi de bir dönüşüm geçirmektedir. PKK’nın büyük dünya güçleriyle reel siyaset yapma girişimi iflas etmiştir. Aslında bu iflas, Abdullah Öcalan’ın İmralı’da noktalanan uzun  ve beyhude uçak yolculukları sırasında yeterince kanıtlanmıştı. Fakat bu kez durum ciddi. ABD, Barzani devleti ile TC’yi   kendi Kürt projesinde uzlaştırmak için PKK’yı feda etmeye kararlı görünüyor. DTP’nin de bu süreç içinde   tercihte bulunmaya zorlandığı anlaşılıyor. Aslında PKK, her şeye rağmen, güneydoğudaki feodal ilişkilerin çözülmesine katkıda bulunmuş, Kürt kadınının özgürleşmesi yönünde adımlar atmış, sosyalist kökenli, modern bir harekettir. Bu açıdan bakıldığında, bir Barzan ya da Talaban aşiretinden çok farklıdır.  Milliyet’te yayımlanan röportajında Karayılan’ın, PKK’nın tasfiye olması halinde,  güneydoğuya dinci akımların hâkim olacağını söylemesi de önemlidir. PKK’nın tamamen tasfiye edilmesi halinde Güneydoğu’nun  Pakistan’daki Swat vadisi gibi bir yere dönüşmesi mümkündür. Bir bütün olarak bu sürecin,  Kürtler arasındaki sınıfsal ve ideolojik  ayrışmayı hızlandırması; PKK’nın tamamının ya da bir kısmının sosyalist köklerine dönerek yoksul Kürt halkının sesi olması, feodal aşiretlere ve emperyalizme karşı mevzilenmesi muhtemeldir. Bu gelişme, Kürt ve Türk sosyalistleri arasında,  çok eski tarihsel kökleri olan ve 1990’lı yılların başında denenen  bir ittifakı yeniden gündeme getirebilir.

Ya Sosyalizm, ya Barbarlık

                   Bu belirtileri görmek ve imkânları değerlendirmek için, “bize de oy verin/biz de varız/geleceği birlikte kuracağız/hepimiz bir fidanın güller açmış dalıyız” platform, oluşum ve inisiyatiflerinden uzak durmak; kapsayıcı, kuşatıcı, birleştirici, yol açıcı, herkesi içleyen kimseyi dışlamayan, üyelerini memnun ve tatmin ederek onların hassasiyetlerini gözeten; neredeyse son çeyrek yüzyıldır beyhude bir debelenmenin ötesine geçemeyen; taban, tavan, temel, köprü, çatı, kubbe, çardak, tonoz, kiriş, kanal, kemer partileri kurma girişimlerinden kaçınmak; her yerde aynı anda var olmayı gerektiren, kafayı duvara vurmaya hazır ve tarihsel kökleri sapasağlam duran “hareket” geleneğine dönmek  gerekir.

         Sahici olmak gerekir. Bu ülkede ya sosyalizmin ağırlığı hissedilecek; ya da  İslami faşizmin ve  ırkçı çatışmaların bataklığı her şeyi örtecek; ülkemiz, Ortaçağ karanlığı içinde Pakistan’dan beş beter olacak. Rosa Luxemburg’la birlikte bir kez daha: Ya Sosyalizm ya Barbarlık! RED, 28.06. 2009